Death Stranding 2: On the Beach inceleme: Taşımanın yorgunluğunda kayıp bir devam…
Kopmuş bağların ötesinde, kıyametin kıyısında… Kojima, Death Stranding evrenini bir adım öteye taşıyorama daha karanlık, daha duygusal, daha çarpıcı olabiliyor mu? Yoksa Sam için yolun sonu mu geldi?
2019 yılında çıkan Death Stranding, oyun dünyasında pek az örneği bulunan bir cesareti temsil ediyordu. Hideo Kojima, alışıldık oynanış formüllerini terk ederek, taşımacılığı ve “bağlantı kurmayı” odağına alan, felsefi anlatım yükü ağır bir deneyim sundu bizlere. Bu yaklaşım oyuncuları ikiye bölse de, “yeni bir tür” yaratma iddiası oyunu ikonik hale getirdi. Yalnızlık, bağlantı ve taşımanın felsefesini kendine merkez edinmiş bu deneyim, ister istemez devam oyununa dair yüksek beklentileri de beraberinde getirdi: Hem daha fazlası, hem de daha iyisi isteniyordu…

İşte “Death Stranding 2: On the Beach”, bu büyük beklentilerin gölgesinde piyasaya çıktı. PS5 özel oyunu olarak duyurulan yapım, teknik donanımı ve Kojima’nın yeniden sinema ile oyun arasında kurmaya çalıştığı köprüyle dikkat çekiyor. Evet, Sam, yine, yalnız ve yolda… Ancak Kojima Productions oyun, ilk günden itibaren kendisini ağırbaşlı, stilize ve iddialı bir devam hikayesi olarak konumlandırsa da bu iddia ile etki maalesef her zaman aynı yerde buluşmuyor.
Death Stranding’in evveliyatını merak edenler köşesi:
Beklentiler ve Kojima’nın Gölgeleri
Evet, Sam Porter Bridges bir kez daha sırtında geçmişin yüküyle karşımızda. Fragile ve diğer eski dostlarla birlikte insanlığı yeniden birleştirme çabası bu kez yeni kıtalara taşınıyor. Fakat bu genişleme, maalesef anlatı açısından her zaman bir derinlik getirmiyor. Evet, anlatım tonu felsefi ve varoluşsal olsa da, aslında -neredeyse- ilk oyunda ABD’yi bağlarken bu kez bağlayacağımız rota Avustralya ve Meksika’dan fazlası değil. Diğer yandan yer yer etkileyici diyaloglarla, yer yerse sadece “ne anlatıyor bu?” dedirten monologlarla dolu bir yapım olmuş demek doğru olacak. Yalnızlık, aidiyet, ölümle yüzleşme ve zamanın çizgisel olmayan akışı… Ancak bu kez anlatı, önceki oyunun sade ama etkileyici temposunun aksine çok daha ağır ve kelime yüklü bir hale bürünmüş.

İlk oyunun tematik yoğunluğu, bu defa sanki daha fazla kelimelere boğulmuş durumda. Hologramlarla diyaloglar hem uzun hem de zaman zaman tempoyu zayıflatıyor. Bir sinema tutkunu için bile bazı bölümler “skip” tuşuna uzanma dürtüsünü bastıramayabilir. Ancak bu noktada uyaralım: Eğer bir kez skip’lemeye başlarsanız, oyunun tüm atmosferi anlamını yitirebilir ve bu, oyundan çabuk soğumanıza sebep olabilir. O nedenle Death Stranding 2’nin ağır tempolu bir oyun olduğunu baştan kabul edip, bol vaktiniz olduğundan emin olarak, temponuzu düşürüp oynamanız gereken bir oyun olduğunu bilmelisiniz. Ha, tabi aksiyon yok mu? Var, oraya da geleceğiz…
Atmosfer, Kojima’nın imzasını taşıyan bir şekilde hala benzersiz; fakat bu kez boşluklar anlatının özünden çok yapay bir derinlik hissi veriyor. Kojima’nın atmosfer yaratımındaki ustalığı tartışılmaz. Görsel dil ve müzikler, karakterlerin yalnızlıklarını izleyiciye geçirebiliyor. Özellikle duygusal yoğunluğun arttığı sekanslarda oyun sinematografik bir deneyime dönüşüyor. Bu noktalarda hiç bir sorunu yok oyunun. Ancak bu hissi yakalayabilmek için gerçekten oyunu sevmeniz lazım.

Beklentiler ve Kojima’nın Gölgeleri
Oynanış açısından On the Beach, selefinin temelleri üzerine inşa edilmiş, fakat bazı yönleriyle sadeleştirilmiş bir yapı sunuyor. Kargo taşıma “tabii ki” hala merkezde, fakat bu kez birçok işlem ya kolaylaştırılmış ya da sanki otomatikleştirilmiş. Araçlar çok daha erişilebilir, yollar diğer oyuncular tarafından önceden inşa edilmiş bulunabiliyor veya sistem sizi yapı kurmaya pek zorlamıyor. Bu durum, ilk oyunun emek odaklı hissini büyük ölçüde zedeliyor ve “her adım bir mücadele” duygusunu aranır kılıyor. Yeni mekanikler var, evet. Mesela artık bir gemimiz var. Ama çok gerek var mı? Yani bu yenilikler de çoğu zaman sistemin karmaşıklığını artırırken derinlik katmaya yetmemiş.

Oyunun aksiyon kısmına gelecek olursak, burada da bir yenilik yok ve hatta yapay zeka hayal kırıklığı yaratıyor diyebiliriz. Düşmanlar genellikle tepkisiz, stratejik davranıştan uzak. Boss dövüşleri görsel açıdan iddialı olsa da oynanış anlamında yeterince etkileyici değil. Görev tasarımları da belirgin şekilde tekrara düşebiliyor. Kargoyu A noktasından B’ye taşı, sonra C’den D’ye dön gibi bir döngü hissi, oyunun ilerleyen saatlerinde oyuncuyu yorabiliyor. Buna uzun diyalogları da ekleyince, ekran başında oyuncuya “ne yapıyorum ben” sorusunu sordurabiliyor.
Diğer yandan arayüz ve harita tasarımı da büyük ölçüde kafa karıştırıcı bulduk. Yani haritalama üzerine ayrı bir vakit geçirmeniz gerekiyor.
Heyecanlı anlar olmasıno beklediğimiz boss dövüşleri ise görsel açıdan iddialı ve fakat oynanış anlamında yeterince etkileyici değil.

Görkemli Boşluklar, Sıra Dışı Bir Duyusal Alan
On the Beach, görsel anlamda ise bir şaheser. Çorak araziler, uçsuz bucaksız düzlükler, ani başlayan yağmurlar ve uzaktan gelen sel görüntüleriyle atmosfer zaman zaman büyüleyici. Avustralya’nın kuraklığı ile Meksika’nın kırılgan toprakları oyuncuya farklı bir coğrafi hafıza sunuyor. Değişen coğrafyalar, detay seviyesiyle nefes kesici. Zemin dokuları, ışıklandırma ve çevresel efektler oyuncuyu içine çeken bir dünya yaratıyor. Depremler ve ani hava değişimleri, dünya hissini güçlü tutuyor.
Müzikler yine şahane. Low Roar’dan sonra bu kez farklı sanatçılarla duygusal yoğunluk korunmuş. Özellikle belirli sahnelerde müziğin yükselişiyle birlikte oynanış neredeyse sinematik bir klibe dönüşüyor.

Oyunun PlayStation 5’e özel olarak hazırlanmasının karşılığını görsellikle aldığınız gibi çevre etkileşimi konusunda da sağlıyorsunuz. DualSense kontrolcüsünden gelen çevresel sesler, karakterin ayak sesinden araç titreşimine kadar pek çok öğeyi daha yoğun hissettiriyor. Bu oyun keyfini artıran önemli bir detay gerçekten. Hatta şöyle söyleyelim: Bu oyundan DualSense’i çıkarırsanız, olmaz. O denge unsuru, adım ve çevresel sesler ile titireşim, elinizin altında olmadan atmosfere girmeniz gerçekten zor. Aniden bastıran bir sel ya da küçük bir deprem bile çevreyle kurduğun ilişkiyi DualSense ile dinamik kılıyor.
Bir diğer teknik detay ise, oyunun açılış hızının fevkalade etkileyici olması. Menüden oyuna geçiş neredeyse anlık. Şu ana kadar hiç bu denli hızısını görmemiştik. PS5’in SSD’sinden tam olarak faydalanıldığının resmidir.

Sonuç
Sonuç olarak diyebiliriz ki Death Stranding 2: On the Beach, Kojima’nın dünyasına tekrar girmek isteyenler için büyülü, ama ilk yolculuğun yükünü hala omuzlarında hissedenler için belki de fazla tanıdık. Teknik olarak kusursuza yakın, anlatımsal olarak ise iddialı. Ancak bu iddia, maalesef karşılık bulamıyor. İlk oyunun getirdiği “yeni tür” duygusu artık yok. Zira o tür artık tanımlı. Burada sorun ise, o tanımın üstüne çok şey eklenmemiş olması, başka bir şey değil.
Evet, oyun hala deneysel, hala farklı ama artık pek taze değil. Eğer ilk oyuna “bağlanmış”, onun temposuna ve felsefesine gerçekten gönül vermişseniz bu ikinci yolculuk size hitap edecektir. Ancak daha az sabırlı, daha doğrudan bir deneyim arayan oyuncular için uzun diyaloglar, yavan düşmanlar ve mekanik tekrarlar yorucu olabilir.
Bu arada oyun maalesef ilk oyunun aksine Türkçe dil desteğinden yoksun. Onu da söyleyelim.
CHIP Notu: %70
KÜNYE
- Yayıncı: Sony Interactive Entertainment
 - Geliştirici: Kojima Productions
 - Tür: Aksiyon, Macera, Stranding
 - Platform: PlayStation 5
 - Web: https://www.playstation.com/tr-tr/games/death-stranding-2-on-the-beach/
 
KAYNAK : www.chip.com.tr
			


Yorum gönder